19 Ekim 2013 Cumartesi

Metrobüs Hikayesi

Öğleden sonra İstanbul. Asfaltı kabarmış yollar bir kaç saat önce durmuş yağmurun ıslaklığını taşıyor hala. Metrobüsteyim. Yan tarafımda oturan orta yaşlı adamın montundaki iki damla, kurşuni bulutlardan sıyrılmayı başaran ve filtreli camlardan sızan sönük güneşte parlıyor. Sabahtan beri koşturduğu belli olan kızın rimeli sağ gözünden ince ince elmacık kemiğine süzülüyor.

Bayram tatili yaramış İstanbul'a. Bilen bilir, sevmem İstanbul'u. İnsanlıktan uzak içi boş kalabalığın içinde savrulup duran kuru bir yaprak gibi hissederim kendimi. Birine çarpsam kırılacakmışım gibi, birileri kasten üzerime basacakmış gibi gelir. Ama bayram sayesinde yeryüzünün en vahşi canlısı olan insan kan güdüsünü bastırmış, gözleri parlıyor. Şaşılacak derecede neşeli bir güruhla beraber seyahat ediyorum. Ki bu İstanbul yollarında, sokaklarında, okullarında hatta camilerinde kolay kolay karşılaşılabilecek bir durum değildir. Herkes somurtur bu kaşarlanmış şehirde, herkes sinirlidir.

İçinde bir aylık protein ihtiyacını karşılayacağım miktarda kavurma ve kışlık kıyafetlerimin bulunduğu çantayı bir köşeye sıkıştırmak üzere yaşlı bir teyzeden izin istiyorum. Teyze ürkek bir serçe gibi orta kapının karşısındaki camın dibindeki demirlere tutunmuş. Eylemsizlikten değil, çekip düşürecekler diye korkuyormuş gibi sımsıkı tutunuyor. Yüzüme bakıyor, kenarları buruşmuş dudaklarına sevecen bir tebessüm oturtup "tabii evladım" diyerek kenara çekiliyor. Az önceki ürkek serçeden eser yok. Bayramdan önceki çirkef teyzeden de. Allah'ım, her gün bayram olsa ya...

Metrobüs Okmeydanı'na yanaşıyor. Kapının hemen dışında bir anne oğul çarpıyor gözüme. Anne kara çarşaflı, çocuk kambur. Çocuk da değil zaten, belki benden bile büyük. Bir engeli var gibi geliyor bana. Vesvese diyorum önce ama kapı açılınca herkes gibi ben de anlıyorum. Arkalardan "tutun" nidası yükseliyor. Refleks olarak öne hamle yapıp kolunun altında olan annesinin zar zor durağın kenarından metrobüse bindirdiği çocuğun elini tutuyorum. Yer vermek isteyenler oluyor, kadın "iki durak sonra ineceğiz" diyerek nazikçe geri çeviriyor. Hafifçe çekip pencere kenarına yaklaştırıyorum çocuğu. Bir an göz göze geliyoruz, sonra ıslak İstanbul'a dönüyor ve demire tutunuyor.

25-26 yaşlarında bir çocuk. Zihinsel engelli. Demirlere tutunmuş öne arkaya sallanıyor. Acıyamıyorum. Hayır, duygusuz olduğum için değil. Böyle bir annesi olduğu için. Tertemiz, yepyeni giydirmiş çocuğunu. Yıkamış, paklamış. Üşümesin diye son moda bir mont giydirmiş. Montun içinde el örgüsü bir kazak... Taşlanmış bir kot pantolon ve parlatılmış, su geçirmez kahverengi botlar. Saçı sakalı tıraşlı, tırnakları kısa kesilmiş. Görünen hiçbir yerinde morluk, yara izi yok. Kadınınsa yalnızca gözleri görünüyor. Onlar da hep çocuğuna bakıyor. Sevgiyle...

Her anne evladını sever. Ama bu sevgi bambaşka gibi geliyor bana. Düşünsenize, uğruna kara çarşafa girmeye razı olduğunuz, öyle içten bağlı olduğunuz din, inandığınız ve teslim olduğunuz Allah size zihinsel özürlü bir evlat nasip ediyor. Ve siz bunu bir imtihan olarak görüp o çocuğa daha fazla ilgi gösteriyorsunuz. Bakımını yapıyorsunuz, gezmeye çıkarıyorsunuz. Ne kadar yorulsanız, ne kadar zorlansanız da gözlerinizden o sevgi, o şefkat silinmiyor. Üstelik o çocuğa öyle güzel bakıyorsunuz ki, onun da gözleri yardıma muhtaç değil de sevgiyle dolu bakıyor.

İki durak sonra iniyorlar. Benim aklımda imtihandan geçmiş olan bir anne ve sevgiyle yetiştirilmiş zihinsel engelli bir genç profili bırakarak...

1 yorum: