4 Kasım 2011 Cuma

Kedi Gözlü Çocuk

......

Yine de herkesin bir Zekeriya dayısı olmalı. En kötü anlarınızda yüzünüzde gülücükler açtıran su gibi bir adam. Hani elimde olsa onu kendi akranım yapar yanımdan ayırmazdım. Sohbeti hoş, gülüşü hoş, her espriden sonra kaldırdığı kaşı ayrı bir hoş. Toprak bellemekten topraklaşmış avuçları sert olsa da, saçımı okşayıp "Aferin" derken inanılmaz nahif ve huzurlu. O avuçlarda yabancı birinin değil kendi evladının saçları duruyormuş gibi sevgi dolu. Buğulu gözleri görüp geçirdiği buhranlara rağmen güneş gibi ısıtıyor yüreğimi -ki o buhranlar ölümlerle, kıtlıklarla ve parasızlıkla dolu. Hoş geldin Zekeriya dayı. Elinde çökelek dolu tabağın olmasa da hoş gelecektin. Kalbin kadar hoş..

İnceden bir titreme geliyor yine. Ah sabahın ciğerlerime işleyen nemi. Her damlanla berraklaşıyor zihnim. Gözümün tozunu yıkayıp geçiyorsun kalbimin pasıyla beraber. Bembeyaz sisinin altında yumuşacık bir kalp atıyor biliyorum. Ve insan sevgisiyle dolusun. Bana bile merhamet gösteriyorsun. Hafif rüzgarınla sakallarıma dokunurken nasıl da ürkek davranıyorsun. Bana bile... Oysa ben gecelerde arıyorum huzuru. Her akşamdan her sabaha geceyle konuşuyorum. Onun karanlık yüzündeki iyi yanı arayıp duruyorum. Mahcubiyetim bundan. Suçumu çok iyi biliyorum ve kabul ediyorum. Hatta iki gündür sen geldiğinde balkona çıkmayarak kendi cezamı da veriyorum. Ama sen... Sen beni utandırmak için her gün bir öncekinden daha çok şefkat gösteriyorsun bana. Elma çayımla birleşip içimi yumuşatıyorsun. Yaşama sevinci veriyorsun. Ne güzel dostsun sen, ne güzel yaren...

İşte sen yine böyle hissettiriyordun bana. Ben duygularımı bohçama atıp düştüm yollara. Parmaklarım sigaramı sıkıca kavrıyordu. Duman ciğerimi yakıp kavuruyordu. Sağım solum ağaç, önüm uçsuz bucaksız. Yollardaydım, yollar ayaklarımı çiğniyordu... Bir süre öylece yürüdüm, şahitsin. Güneş alacaklı gibi tepeme dikilmeden önce çok tepeler geçtim. Eski izlerde yabancı yüzler tanıdım. Taşıyla toprağıyla farklı köyler tanıdım. Sırtımda geçmişin yükünü, avcumda istikbal ümidi taşıdım. Nice yapraklar koptu gitti dalından. Yok oluşlar ince ince titredi ve keder savruldu rüzgardan. Aklımdan tüm hüzün uçup gitti. Geçmişin yükünü hissetmez oldum. Politika yoktu aklımda. Dünyanın kirlenmişliği silindi gözlerimden. Neredeyse amaçsız olduğumu sanıp intiharın eşiğine gelecektim. Ancak sen dünyanın en güzel görevini yükledin bana... 

Gözünün pusu göğe yükselince onu tam karşımda gördüm. Parçalanmış eski moda kazağı, beli bol geniş paça pantolonu ve kirli yüzüyle toprağa uzanmıştı. Önce ölü sandım. Faili meçhuldü belki. Yanına yaklaştım. Savrulan yemlere istekle ama ürkek yaklaşan bir güvercin gibi... Ansızın kafasını çevirdi. Gözleri masmaviydi. Gözünü diktiği gökten daha mavi. Ve kocaman. Öyle mahzundu ki... Kendinden daha yaşlı ama çocuk saflığında bakıyordu. Kedi gözlü çocuk... Böyle dedim ona. Benim payıma düşen görevin adı buydu. Kedi gözlü çocuk. Kimdi, kimin nesiydi? Bu ufacık yaşında ne kadar sarsılmıştı? Bu koca çınarın dibine nereden savrulmuştu? O kadar soru vardı ki aklımda, bıraksan saatlerce soru sorar bıktırırdım onu. Ama dizlerimin bağını kestin. Kütük gibi devrildim yanına. Gözleri üzerimdeydi hala. Sustum. Anlamıştım görevimi. O konuşana kadar sustum. Ne zaman ki boğazına düğümlenmiş cümleler çözülmeye başladı, o zaman kabarttım kulağımı anlamak için. İncecik sesi doluyordu kulaklarıma. Beynimde her kelime bin yankı yapıyordu. Yüreğim isyan bayrağıyla devrime doğru koşuyordu.

13 yaşındaydı. Dört köy ötede doğmuş, babasının şerrinden kaçmıştı. Deli babasının şerrinden... Annesi yedinci kardeşini doğururken ölmüş. Bir abisi İstanbul'a gitmiş, biri kasabada okuyor. Bir ablası kocaya kaçmış, biri yan köyün muhtarıyla evli, diğeri babası gibi deli. En küçük olarak ona kalmış her şey. Dokuz yaşını doldurunca çalışmaya başlamış. Küçük kardeşine, okuyan abisine, deli babasına ve babası gibi deli ablasına bakmak ona kalmış. Tabi kendisine de. Mavi gözlerini çorak topraklarda patoz yaparak, sapla samanı ayırarak büyütmüş. Tabi kendisini de...

Yine de karşı çıkmamış. Kanımdır, büyüğümdür demiş, var gücüyle çalışmış. İnan hiç koymamış çalışmak. Akranları gibi oyun oynamamak, naz yapmamak, güzel elbiseler giymemek, bomboş mideyle tüm gün çalışmak hiç koymamış. Ama her akşam eve geldiğinde güneşten tunçlaşmış yanaklarına inen tokatlar yok mu... Ve içine işleyen ağır hakaretler... Yaralamış ufacık kalbini. Kanatmış. Her damla nefret olmuş küçük gövdesinde. Ama yine de susmuş. Geçer demiş. Ama ne gezer. O geçer dedikçe artmış dozu. Dayak büyümüş, küfür büyümüş, kedi gözlü çocuk büyümüş. Bir gün yine sen gelmişsin ağır sisinle. 12 yaşındaymış. Kahvaltıda kuru ekmek yemiş, sıcak süt içmiş, suratına bir tokat ve yüzüne bir küfür gelmiş. Dayanamamış. Kalkmış ayağa babasına sövmüş. Üzerindeki bordo kazakla yollara düşmüş. Bir kış geçirmiş, bir de yaz. Şu an da ikinci kışa hazırlanıyormuş, uzun çayırlara sırtüstü yatarak...

Yollar yine ıssızdı. Senden de insandan da eser yoktu. Güneş ele geçirdiği hakimiyetin tadını çıkarırken yol kenarında otlayan inekler yaşadıklarımdan bihaberdiler. Yine de otlamaya devam ettiler. Ben de yürüdüm. Geldiğim gibi sakin, düşüncelerimden arınmış... Lakin bu sefer yalnız değildim. Kendime bir yoldaş edinmiştim. Benden daha sessiz, kocaman gözlü, kara lastikli, küçücük bir yoldaş...


......

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder