TCDD emeklileri lokalindeyim. Bakırköy'ün kuru kalabalığının kesildiği ücra bir köşe. Sabahın köründe, tren rayı manzaralı küçücük bir lokal için fazlasıyla derin bir konu konuşuluyor yan masamda. Çayım sıcak, bilincim açık, dinlemeye karar veriyorum.
"Şimdi Nazım'a iade-i itibar, Ahmet Kaya'ya iade-i itibara, ona buna iade-i itibar furyası başladı. Güzel, tabii ki haklıya hakkını versinler. Bu ülkeyi ölesiye sevmiş adamlara itibarlarını iade etsinler. Milletin gözündeki hain imajını silsinler. Yapılmalı zaten. Ama böyle büyük adamlara itibarlarını iade eden kim? Nazım'ın şiirlerinde bahsettiği, Ahmet Kaya'nın sesiyle ayyuka çıkardığı haksızlıkları, hatta ihaneti yapan adamlar, veya onların mirasçıları değil mi? Böyle adamların iade ettiği itibar, o büyük adamların şanına leke sürmez mi? Savunduğu fikirleri adileştirmez mi?"
Mesele giderek daha ilginç bir hal alıyor. Güler yüzlü lokal çalışanından el yordamıyla bir çay daha istiyorum. Önümde açık gazeteyi katlayıp kenara kaldırıyorum. Siyah paltolu, kirli sakallı, yuvarlak suratlı adamın söylediklerini dinlemek üzere arkama yaslanıyorum.
"Zamanında bir miras bırakıldı. Mirasçıları da şu an başımızda. Ülke olarak kronik hastalıklarımız var bizim malum. Tembel olmak, vurdumduymaz olmak, peşin hükümlü olmak, ön yargılı olmak halkın; para sevdalısı olmak, adam kayırmak, dini sömürmek de politikanın kronik hastalığı. Ve o miras var da din sömürüsü. 12 Eylül'de cuntacılar istedikleri değişikliği yapıp hükümeti Özal'a kırmızı kurdeleyle teslim ettikten sonra din sömürüsü arttı. Sonra Erbakan'ı da, öğrencisi Erdoğan'ı da başa bu sömürü getirdi."
Güler yüzlü tombul çalışan da benim çayımı getiriyor. Söylenenlere katılmamak mümkün değil. Özal meselesini pek bilmiyorum ama, yapılan din sömürüsü ayan beyan ortada. Ne zaman işler kötü gitse başbakan dinle alakalı bir gündem yaratıp olan biteni sümen altı ediyor.

Konuşan adamın karşısında ondan biraz daha genç biri oturuyor. Ya üniversiteyi yeni bitirmiş, ya da bu sene bitirecek. Gözlerinde saygı var. Belli ki karşısındakinin ilmine güveniyor. Güvenmemek de elde değil hani. Adamın yaptığı çözümlemeler şimdiden benim bile hoşuma gitti.
"Erdoğan'ın mal varlığına takmışlar kafayı. Bir yandan çarşaflıya rozet takmalar, bir yandan şişirilen yürüyüşler... Aman İran mı oluyoruz, aman şeriat mı geliyor... Adamlar kişi başına düşen milli gelir arttı diyor, sen bunun yanlış olduğunu insanlara açıklamıyorsun. Senin samimiyetine güvenir mi bu insanlar? Sen daha "milli gelir arttı ama bu artışın tamamı zenginin cebine gitti" bile diyemiyorken, bu insanlar seni başa getirir mi? Kötünün kötüsü adama kötünün iyisi diyerek yeniden seçmek daha kolay gelir."
Milli gelirin nasıl hesaplandığını biliyorum. Ama artışın tamamı zengine mi gidiyor bilmiyorum. Bu konularda kafa karışık. Baktığın zaman herkesin altında araba var, e araba alan adam lüks harcama yapabilen adamdır aynı zamanda. Ama bir yandan da günaşırı kepenk kapatan esnaf var. Onları küresel durgunlukla açıklamak mümkün mü?
"Bir kere halk gerçekleri göremiyor ki. Medya hükümet yanlısı. Hükümet yanlısı olmayan da başıma bir şey gelir korkusuyla gerçekleri yazamıyor. Bildiğin korku imparatorluğu yani. İmparatorluk dediysem, lafın gelişi değil. Güçsüz, dışarıya bağımlı, iç işlerine karışılan, batı hayranı zavallı bir imparatorluk Türkiye... Pardon, buna bakmam lazım."
Konuşan adamın telefonu çalıyor. O masadan kalkarken ben de karşısında oturan genç gibi hayallere dalıyorum. Sabah sabah bu konuşma biraz sarsıcı oldu. Bunca şeyi bilmediğimi öğrendim. Ya bilmeyi öğrenmediklerim. Siyah paltolu adam masaya dönmüyor, içeriye gidip hesabı ödeyecek galiba. İçimden biraz daha konuş demek geliyor ya, sen kimsin be adam deme riskini göze alamıyorum. Kendi kendime yakın siyasi tarihi inceleyeceğim sözünü vererek katlaığım gazeteyi önüme seriyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder