Seneler ne çabuk da geçti... Geriye dönüp baktığımda bana el sallayan gençliğimi görüyorum. Gözleri parlak, omuzları dik. Hayatın ona getireceklerinden habersiz. Kayıpsız...
(Rakısından bir yudum aldı)
Sen de böyle olacaksın. Önce saçlarına düşen beyazları sayarsın. Sonra içinde kaybolan enerjiyi fark edersin. Sonra bir gün, beyazlarını sayacak kadar güçlü olmazsın. İşte o gün çocuk, işte o gün yaşın geçmiş demektir. Bir yerde okumuştum, hayatın bize vermeyi bırakıp bizden almaya başladığı zamanlar geldi, işte bu duruma gelirsin.
(Gözlerini sahilde gezen çifte dikti)
Gençlik güzel şey... Kıymetini elden gidince anlıyorsun. Biliyorum, biliyorum... O her zaman konuşan, memnuniyetsiz, çok bilmiş edalarında yaşlılar gibi konuşuyorum. Hatta belki içinden nereden çıktı bu adam gecemin içine etti diyorsun. Emin ol ben böyle derdim. Senin yaşındayken. Mağrurdum o zamanlar. Kavgacıydım. Sebepsiz yere kaç kişiyle dalaştım, kaç kişinin ahını aldım Allah bilir.
Bir keresinde, tabi o zamanlar kız arkadaşım var, kız arkadaşımın yanındaki sandalyeyi aldı diye bir çocukla kavga etmiştim. Sebebe bak. Neymiş, kızın gözlerinin içine bakıp gülmüş. Vay efendim nasıl benim sevgilime gülermiş. Çocukluğa bak. Senin yaşlarındayım o zamanlar ha. Deli çağlarım.
(Şimdi gözleri sağ omzumun üstünden tavana kaydı)
Sene 1969. Mayıs ayı. Hayat daha güzel o zamanlar. İnsanlar daha kibar. Sıkıntılar her zaman vardı da o zamanın sıkıntıları bile tatlıydı. Ben okumadım. İki kardeşim vardı, onlar okusun diye çalışırdım. Babam hayırsız çıktı, hoş o zaman okusunlar diye uğraştığım kardeşlerim de şimdilerde babamdan farksızlar. Ben 15'imde falandım babam evi terkettiğinde. Zavallı annem bir başına kalmıştı. Sıkıntı tabi o zamanlar, dul bir kadın tek başına çocuklarına bakıyor. Ben de dayanamadım o duruma çalışmaya girdim. Maaş dediğin ne ki, üç kuruş para. Ama yetiyor çok şükür.
(Bardağı dikti, rakıyı bir müddet ağzında dolaştırdı, boş bardağı doldurdu)
Neyse işte, böyle bir müddet devam etti. Sonra annem baskılara dayanamadı, evlendi. Mahalleli dul bir adam buldu. Karısı mı ölmş neymiş. Ben karşı çıktım başlarda. Sonra baktım annem için daha iyi olacak, peki evlenin dedim, ama ben sizinle kalmam. Benim bir boy küçüğüm de 12 falan yaşlarında, abi ben de senle gelicem dedi. Kabul etmedim. Annemi yalnız bırakma, ben her ay ziyarete gelirim dedim. Çıktım gittim.
(Bardağı bir daha dikti. Bu sefer ben doldurdum)
Sağol çocuk. Hangi takımlıydın sen? Oh iyi ben de fenerliyim. Lafter'i izlemişliğim de vardır, öyle fenerliyim. O zamanlar futbol böyle gelişmemişti. Ufak tefek şeylere seviniyorduk. Böyle galatasarayla falan kanlı bıçaklı da değildik ha. Zaten statlar da çamur içindeydi. Ben de bir ara tutturdum topçu olucam diye. Olmadı ama kısmet değilmiş.
(Arkada Zeki Müren çalmaya başladı)
Ah ah Paşam... Ne de güzel söylerdi. Bir gün Maksim'e gittim. Zeki bey sahnede, onu izlemek için. Nerde çalışıyorum bilmiyorum ama param var cebimde yani. Hatta kız arkadaşımı da götürüyorum. Oturduk falan, Zeki bey çıktı sahneye. Başladı şakımaya. Öyle, şarkı söylemezdi o. Şakırdı rahmetli. Söyledi, söyledi, söyledi... Sonra masaların arasında dolanmaya başladı. Bizim masaya geldi. Mikrofonu kız arkadaşıma uzattı. Sesini beğenmiş olucak giderken de bir buse kondurdu yanağına. Tabi çok sinirlendim ama çaktırmadım, Paşa yani.
(Gülüyor)
Gülmeyi bile özlemişim... Sağol delikanlı. Yok yok, ben her gece buralardayım. Ama senin kadar güzel dinleyen kimse olmadı beni. Bereket buranın sahibi tanıyor da içeri girebiliyorum. Hani tanıyan olmasa berduş derler, koymazlar içeri.
(Sevgilim geldi. Dönüp önce ona baktı, sonra da göz ucuyla bana. İlk defa göz göze gelmiştik. Anladım. Kalktı, hafifçe eğilip uzaklaştı. Yarım kalmış bardağı ve sevgilimin soran gözleriyle baş başa kaldım)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder