Bir gece çıkageldiler. Karanlık bir geceydi. Ay yoktu, yıldızlar isteksiz parıldıyordu. Kafamızın üstü bulutlarla doluydu. İnsanın yüreğine sıkıntı veren boğucu bir hava vardı. Hiç düşünmemiştim, gökyüzünün bize haber vermeye çalıştığını. Hiç düşünmemiştim, o gecenin yaşadıklarımızı örtmek için o kadar karanlık olduğunu. Dünyanın, insanın insana yaptıklarından, insandan daha çok utandığını...
Martın başıydı. Hangi mart olduğunu bilmiyorum. Kafaları bulutlara değerek gelenleri gördükten sonra zaman kavramım kalmadı. Zamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlamıyorum bile. Saçlarıma aklar düştü mü? Sakallarım uzadı mı? Vücudum delikanlı heybetini kaybetti mi? Bunlar zamanla mı olurdu, yoksa bunlarla mı zaman olurdu? Zaman dediğin ömre mi bağlıydı, yoksa ömürden bağımsız mı akardı? Yaşadık mı, yaşlandık mı? Yoksa ikisi beraber mi giderdi? Sahi, biz aslında yaşadık mı? Yoksa arafta kalmış ruhlar mıydık?
Şehrin içinde ama merkeze uzak, şehre ayak uydurmaya çalışan ama geleneklerine bağlı, apartmanlarında herkesin birbirini tanıdığı, birbirine kül veren insanların gerçek olduğu bir sabahın gecesinde başımıza geldi bunlar. Ama ne geldi başımıza? Yerden biten kocaman şekillerin esiri mi olduk? Yoksa gökten düşen bir bombanın altında mı kaldık? Başım... Kim bilir ne zamandır delice ağrıyor. Ensemden alnıma kadar bir ağrı, sanki başım tonlar ağırlığında. Üst üste iki büklüm oturduklarımızın hangisi ölü hangisi sağ? Bu ses horlama mı son nefes mi? Bacağıma değen sıvı sidik mi kan mı? Her gün giderek ağırlaşan koku lağımdan mı leşten mi? Peki neden göremiyorum? Karanlıktan mı körlükten mi?
Her yerde çığlıklar vardı. Yangın yoktu, yağma yoktu. Silah sesi ve savaş naraları da yoktu. Sadece çığlıklar vardı. Korku dolu, dehşete düşmüş kadın çığlıkları. Bir de karanlıkta bir şey gördüğünü sanan çocuk çığlıkları. Belki de haklılardı, gerçekten görüyorlardı. Görmeseler, erkeklerin attığı çığlıklar nasıl açıklanırdı? Çoğu işçi olan dev gibi adamların çığlıkları. Korkudan ödü patlamış koca bir mahallenin ortasında, karanlıkta öylece duruyordum. Daha çok oturuyordum. Ama her an koşmaya hazırdım. Gel gör ki koşamadım. Çığlıklar birden kesildi. Derinlere düştüm. Bayılmışım...
Yanımdakilerin sesleri her gün değişiyor. Belki de günler değişmiyor. Burada günler yok, zaman yok, yaş yok, ömür yok, aydınlık yok. İnsan bile yok. İnsan güdüleri alınmış bir yığın et torbası var. İnşaat önlerindeki çimento çuvalları gibi üst üste dizilmişiz. Bizden bina mı yapacaklar? Öyleyse önce paketlerimizi açıp kumla karıştıracaklar, sonra da suyla harç yapacaklar. Kürekle mi, makineyle mi savuracaklar organlarımızı? Yaptıkları kan kırmızı evde kendileri mi oturacaklar? Yoksa Hansel gibi kenarından yemeye mi başlayacaklar? Mantığım nerede...
Aşağı mı düştük? Yukarı mı çıktık? İleri mi gittik? Geride kimseyi bırakmadık mı? Her zaman böyle yalnız mıydık? Her zaman sahipsiz miydik? Kimse aradı mı bizi? Kimse özledi mi? Annemin yüreği yandı mı yokluğumda? Babam beni bulamadığı için dünyaları yıktı mı? Kardeşim iki gözü iki çeşme ağladı mı? Ya karım, çocuklarım? Adımı bile unuttum. Unutuyorum, ama unutmak üzmüyor beni. Unutulmamış olsam bile unutulmuş hissetmek üzüyor. Beni unutmayın. Başından geçenleri bilmeyen, okuduklarınızı yapanları tanımayan, isimlerini bile hatırlamayan binlerce kişiyiz biz. Bizi unutmayın. Kalbinizin bir yerinde bize üzülen bir yeriniz olsun. Sevenlerimizi bilmesek de, üzülenlerimizi bilelim. Belki böylece huzura ereriz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder