22 Nisan 2014 Salı

Şizofrenist


Çare bulmak istiyorum artık. Bu vurdumduymaz, bu amaçsız hayatıma bir mana katmak istiyorum. Doktorlar deva olamıyorlar. Her biri ağız birliği etmişcesine "takmamak iyidir" diyorlar. Kime göre iyidir ey Hipokrat'ın yüz karaları? Beynimde uğuldayan umursamazlık kulaklarımdan oluk oluk akarken iyi olan kimdir? Nedir?


Neden sonra bir kitapta buldum adını koyamadığım hastalığımın tanısını. "Gerçeklerle yüzleşecek cesareti olmadığından psikolojik bir regresyon sonrası kendi yarattığı hayal dünyasında ilkel benliğiyle yaşar" diyordu benim için. Bu tanım şizofreniye çıkıyordu. Senelerce sağlıklı bir ruh halimin olduğunu söyleyen doktorların aksine, kapağı dökülmüş sarı yapraklı bir kitap tarafından şizofren olmakla itham ediliyorum.

O kadar kötü mü şizofren olmak? Bütün o büyük adam işi bütçe dertlerini, geçim sıkıntılarını bir kenara koyup kendi hayal dünyanda mutlu mesut yaşamak? Sabahın köründe kalkıp gece kan ter içinde, hayvan gibi sevişen ve sabah duş almaya üşenen kimi evli, kimi bekar, kimi sapık, kimi tecavüzcü ve kimi eliyle evli adamların ve kadınların bindiği otobüslerde işe/okula gitmek yerine hayal kurmak?

Upuzun otlarla bezeli bir çayırın ortasına bir anıt gibi diktiğim, vernikli gürgen malzemeden ahşap barakamda yaşıyorum. Kuzey tarafı uçsuz bucaksız bir dağa, doğu tarafı mavi ve yeşil karışımı köpüklü bir denize bakıyor. Güney tarafına parmaklarımı onlarca kere ezmek pahasına açtığım -ilkin evi yaparken güneyin nereye düştüğünü bilsem böyle olmazdı- pencereyle evim her zaman sıcak. Batı tarafına çektiğim mavi çitlerin içinde iki keçim var. Her sabah saman yatağımdan kalkıp keçi sütüyle güne başlıyorum.

Sonra bir gün Yeni Dünya'nın haylaz çocuğu tepemize tepemize bombalar yağdırıyor. Tevekkeli değil Ortadoğu'ya saldırması. Biziz aslında hedef. Benim. Ben ve keçilerim. Uyku tulumumu, yeni yaptığım yoğurdumu da alıp yola çıkıyorum. Her yer kan revan. Anasından ayrı düşmüş bebelerin çığlığı arşa ulaşıyor. Hemen koşup yüce dağın ağaçlarına gizleniyorum. Yoğurt yeyip iki ay orada kalıyorum. Sonra bir gün Kara Yılan efsanesindeki gibi, bir kurşun gelip yoğurt kabımı deliyor. Delikten ince ince süzülüp kara toprağa karışan yoğurdu seyrediyorum. Kalk diyorum kendime, kalk ve bu işe bir son ver. Önüme çıkan ilk düşmanı tek yumrukla yere seriyorum (Boşuna yemedim keçi yoğurdunu). Silahını alıp en yakın şehre iniyorum. Kanı deli gözü pek yiğitleri etrafımda toplayıp şehri düşmandan temizliyorum. Bu şehir, komşu şehir derken bir gün düşmanı kuyruğunu kıstırıp kaçmak zorunda bırakıyorum.


Ama yetmiyor. Çok sinirliyim. Çünkü geride ne kanımı ve terimi akıtıp yaptığım kulübem, ne de serin yaylalarda otlattığım keçiler kaldı. Etrafımdakileri örgütleyip meclise yürüyorum. "Hey" diyorum, "siz kanı bozuk vekiller. Sizin yüzünüzden kaç yurttaş öldü? Kaç asker şehit düştü? Yeter asalak yaşamınız, yeter sömürü düzeniniz. Sizi azlediyoruz!" diyorum. Ardımdaki halk galeyana geliyor. Bulduğu vekili meclis sokağında kurşuna diziyor. Geriye tek bir vekil kalmayınca meclise giriyorum. Ulusa sesleniyorum. Adil olduğunu düşündüğüm birini ülkenin başına geçiriyorum. Ardından delik yoğurt kabım ve öldürdüğüm ilk adamdan kalma silahla eski evime dönüyorum.


Derken üzerinde ağır bir ter kokusu olan, yüzleri meymenetsiz insanların arasında ayağa kalkıp düğmeye basıyorum. Sıcaklığından az evvel başkasının tutmuş olduğunu anladığım direğe tutunup otobüsün durmasını bekliyorum. Durunca da inip işe gidiyorum.

Ben hiç inkar etmedim. Evet, şizofrenim. Eğer şizofreniyse bu ülkede özgürlük, adalet, eşitlik ve devrim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder